top of page

Hariç

 

Birinci Gün

          İnsanın kendini bile anlayamadığı bu çağda bir başkası tarafından anlaşılmayı umması kadar umarsız bir tavır peşinde değilim. Yani anlaşılmayı falan beklemiyorum. Yine de anlatmak, sesimi duyurmak mecburiyetinde hissediyorum kendimi. Bir yandan da artık gülünmeyen, vadesi dolmuş latifeler çığıran bir adama dönüşmekten korkar gibi korkuyorum anlatmaktan. Tam da bu sebeple konuşmayı beyhude bir çırpınış, gidilmeyen yol, varılmayan yer sayıp sustum onca zaman.

          Fakat Allah kahretsin, deyip bu kez anlatmak istiyorum: Aynıyız. Aynı garabet her gece göğsümüze oturup bizi uyutmayan; aynı telaş sabahları uykumuzu alamadan kolumuzdan çekiştirip üç kuruşa tenezzül mesaiye diken. Yaşamın ve hatta kâinatın hangi anlam arayışından sağ çıkmış olduğunu sorguladınız mı hiç? Sizi yormadan ben söyleyeyim: Hiçbirinden. O’na anlamlar giydiren, süsleyip gelinlik kız gibi meydanlara diken biziz; bizim anlamsızlıktan, boşluktan it gibi korkan yanımız. Yine de kazanabiliriz. Nasılını, zamanını söyleyemem size. İnsan en fazla ne kadar kaybedebilir ki? Bir noktada kaybetmeyi bile kaybedip kazanması gerekmez mi? Tam da bu noktada durup size, sadece kaybetmeyi bilenlerin güleceği bir fıkra anlatmak isterdim. Fakat boşanırken fazla fevri davrandığım için anlatamıyorum. Bir tek ceketimi alıp, Yeşilçam’dan aşina bir tavırla terk ettim evi, her şeyim evde kaldı: Alaycılığım, özgüvenli ve bilgiç duruşum, bilmecelerim ve tabii olarak sıkılgan anlarda bir küfür gibi patlatıp herkesi şenlendirdiğim fıkralarım. Bunlardan bir kaçını geri alabilmek umuduyla o gün Şermin’i görmeye gittim.

 

          Şermin. Şermin’i bir ağaç dibinde buldum. Uçmaktan usanıp bir dala konmuş, daldan usanıp yere düşmüştü. Öyle bezgin öyle karanlıktı ki ne kanatlarında hal kalmış uçmaya ne ölmeye niyeti. Öylece çırpınıp duruyordu. Aldım, sardım kanatlarını, evlendik bir oda yarım salon bir ev aldık. Nasılsa ayaklarımızın altı yer nasılsa gökyüzü üstümüzü örter, deyip dört duvarı yuva saydık.

          Oturduk bir süre terasta. Sinemada film izler gibi izledik önümüzde duran denizi. Sessizliği ilk o bozdu: Aptalmışız, dedi. Geçip giden zamana kayıtsız kaldık. Hayatın yaşanan değil, tükenen bir şey olduğunu anlasaydık; bilseydik zamanın sadece ileriye doğru akmak gibi kötü bir huyu olduğunu, böyle olmazdı belki de. Sustu. Bir süre suskun suskun bekledi. Ne zaman böyle bir süre suskun beklese, bilirdim böğrüme olağan gücüyle indirmeden önce baltasını bilediğini. Yine öyle oldu. Başını olmadığım yöne doğru devirerek, beni kör kuyularda merdivensiz bıraktın, dedi gözleri dolu dolu. Ben tam bir ahmağım ve bir ahmağa yaraşır biçimde, Ümit Yaşar Oğuzcan,  dedim, sanki çok da mühimmiş gibi şiirin şairini bilmek. İşte böylesine aymaz, böylesine duyguları ayrık otu gibi kaba saba ellerce ayıklanıp alınmış bir adamım. Sarıldık, gitti.

          Merdivenleri inişini izledim. Gözden kayboldu. Kapının açıldığını duydum. Kapının kapanma sesini bekledim. Kapanmadı. Şermin terastan eve inmişti. Kapıyı açık bırakmıştı. Beni mi çağırıyordu yoksa ayıp olmasın diye mi kapayamamıştı; belki kapıları kapatmaya gücü kalmamıştı. Kalktım, aynı merdivenden aynı ağır hareketlerle indim, kapının önünde durdum. Kapı aralığından içeriye doğru bakındım. Beni çağıran bir iz, bir işaret arandım. Giriniz, gibi bir tabela yahut anons olsaydı, girerdim. Herkesin yaptığı, herkesin bildiği fakat konuşmaktan imtina ettiği edepsiz bir iş gibi ayrıldım oradan.

          Kâğıttan zırhı ve ipekten miğferi ile var olmanın sancısına nasıl göğüs gerdiyse Meursault, aynı iradeyle direniyorum. Muzaffer ordular gibi mağrur fakat neyi kazanıp neyi kaybettiğimi bilemeyecek kadar yabancıyım. “Durdurulamaz bir kuvvet, asla yerinden oynatılamaz bir kuvvete çarparsa ne olur?” Beraber kutlayalım Şermin, cevabı biliyorum: Işığın camdan geçip gitmesi gibi içinden geçip gider. Keşke sana da gösterebilseydim içimden geçip giden kuvvetleri, nasıl her şeye rağmen yerimden oynamadan dimdik durabildiğimi. Belki de bu yüzden cam gibi şeffaf bedenim. Bu yüzden üzerime her gece kuşam diye giydiğim etiket: Fragile. Bu yüzden bir sözün bile kırıp dağıtabilir beni. Entropinin de dediği gibi kırılan bir camı zamanın birleştirmesini beklemek nafile.

          Sokağa attım kendimi. Dönüp tekrar tekrar baktım evime. Bir zamanlar evimiz olan bu yer, şimdi sadece Şermin’in düştüğü bir kuyuydu. Kör kuyuları düşündüm, merdivenleri... Bir an önce kendi evime gitmek istiyorum. Yatağıma uzanıp, deliksiz bir uyku çekmek... “Neden?” Tüketecek çok zamanım var da ondan. Uyanır uyanmaz hevesle beklemeyi istiyorum. “Neyi?” Her gün aynı saatlerde geçen çerçiciyi. “Artık çerçiciler geçmiyor sokaktan, geçenlere de artık çerçici denmiyor.” Biliyorum, biliyorum. Ben sadece beklemeyi seviyorum. Gelmeyecek diye insan beklemekten vaz geçer mi? “Bunun çeriyle çerçiyle bir ilgisi yok değil mi?”  Artık sus bir kaç saat de olsa uyumak istiyorum İbrahim. Işıkları kapatma; ışıklar, açık kalsın. Belki çıkar gelir gecenin bir yarısı, uyuduğumu sanmasın. “Kim?” Çok soru soruyorsun İbrahim. “Cevaplayanı yok diye insan soru sormaktan vazgeçer mi?“ Haklısın ben de haklıyım ama haklı olmayı değil mutlu olmayı istiyorum.

 

İkinci Gün

           Uyumak için ilaç uyanmak için kafein ve bu hep böyle. Sabahları bir parça ekmeğe sigara banıp yemeyi seviyorum. Bu sabah erken uyandım. Uyuyup uyumadığımı da hatırlamıyorum. Vaktim olsa, yataktan çıkmadan yorganın altında bir kaç asır bekleyebilirim. Yine de bunun ne denli tehlikeli bir iş olduğunun farkındayım. İnsan uyanık halde uzun bir süre kendi ile baş başa kalmamalı. Yoksa çabucak anlıyor, her şeyin ne kadar manadan uzak, amaçtan yoksun bir yanının olduğunu. Birinin seni anlamaması mı anlayamaması mı daha kötü İbrahim. “Bilmiyorum.”

          Bir roman yazıp her şeyi yoluna koyacağım İbrahim. Satarsa biraz para da kazanırım. Daha da mühimi anlatırım anlatamadığım ne varsa. Tanrı kâinatın kaç günde yarattı İbrahim? “Altı.” O halde altı gün yeter anlatmaya. “Sümme hâşa!” Hikâye karamsar bir hikâyedir. Öyle mutlu sonla, insanlara umut vermekle falan uğraşmadan hayatın ne boktan bir şey olduğunu tarif eder. Yani bütün çıplaklığıyla... Ne demekse o. “O’na anlamlar giydiren bizdik, çıplak olması lazım” Doğru. Anlatıcı giderek tutarsız cümleler kurar ve delirir, anlatamaz olur. Anlatım dili o anda birinci tekilden üçüncü tekile geçer. “Tekilleri severim, kimseye muhtaç değillerdir.” Finalde bir mahkemede dinleriz karakteri, ona onlarca soru yöneltilir bu sorular sayesinde delirdiği dönemde hikâyede oluşan boşlukları öğreniriz. Bu sorulara sadece tek bir cevabı vardır, bir fıkra anlatır; fıkra sadece kaybetmeyi bilenlerin güleceği bir fıkradır. Final! Nasıl? “Çok gerekli ve çok boktan” Güzel. Ama önce işe yetişmem gerek, oyalama beni.

          Her biri ayrı bir yöne meyleden uzunca burunlu ayakkabılarımı, temiz, ütülü fakat pespaye  üniformamı; telaşsız ve alışıldık bir beceriyle geçirdim üstüme. Yılların nizam kazandırdığı bildik işlerimi sırasıyla gördüm: Kıyafetlerimi tastamam giydim, elimi yüzümü yıkadım, kahvemden bir yudum alıp sarma tütünümü harladım. Bu sıra hiç şaşmazdı. Bardağımdaki son yudumu da höpürdete höpürdete yuttum. İşte göreve hazır Sorgu Memuru Latif, geç kalmamak için aceleyle çıkıyor evden.

          Bir iki saate ana bana gününe dönecek olan durak, sabahın o köründe neredeyse bom boştu. ‘Neredeyse’ çünkü bir ben bir de uyku tutmaz emekli Albay Kemal bu ilk otobüsü kaçırmamak için her sabah o durakta dikilirdik. Albay mıydı ya da adı Kemal miydi, bilmiyorum. Ben öyle olsun istemiştim. Sabah karşılaşmalarımızda birbirimizi şöyle bir süzer, günaydın demeye tenezzül etmeden belli belirsiz sallanan başlarımızla selamlaşırdık. Otobüs gelene değin sonraki beş on dakika çıt çıkmazdı.

          Yol boyu sıkış tepiş olup son durağa gelmeden boşalan otobüse genelde bu ilk duraktan pek kimse binmezdi: Bir ben bir de bir iki durak sonra inecek olan Albay Kemal. O gün her zamankinden farklı olarak elleri deri eldivenli, siyah pardösülü şık giyimli gencecik bir oğlan bize eşlik etti. Böylesine zengin giyimli, belli ki asil bir ailenin mensubu bu oğlanın bu semte işi düşsün, üstelik de yoksul taşıdı bu halk otobüsüne binsin, doğrusu olacak iş değildi. Bu oğlanla pek ilgilenmesem de Albay Kemal’in fevkalade dikkatinin çekildiğini gördüm. Meraklı adammış Albay, yine de bir iki durak sonra inme rutinini değiştirecek kadar mı merak etmişti bu oğlanı?

          Çok geçmeden doldu otobüs, yine sıkış tepiş oldu. Son durağa varmadan da hemen herkes indi. Bir biz inmedik. Üç yolcu son durağa kadar geldik. Bu durak benim durağımdı. Hep tek başıma inerdim bu son durakta, bugün üçümüz de peş peşe indik. Oğlan nereye gideceğini bilmez şekilde etrafına bakındı, ne yapacak diye Albay oğlana, ben de Albaya bakıyordum. Kimse hareket etmeden son durakta bir çeyrek dakika geçti geçmedi, oğlan bana yeltendi: Pardon ben Sorgu Memuru Latif Beyi arıyorum. Bu işletmede çalışırmış kendisi. Evine vardım evde yoktu.

      Albay gözünü oğlandan ayırıp bana dikti. İçinden sorgu memuru da nedir diye geçirdi. Demek bu sümsük, memurmuş, hem de sorgu memuru. İyi de bu zengin oğlanın ne işi olur bu pabucumun memuruyla. Albay o kısacık zaman aralığında sordukça soruyordu kendine…

          Üzerimdeki sabah mahmurluğunu ve bu beklenmedik sorunun verdiği şaşkınlığı atıp, oğlana döndüm: Kim? Latif Sayan, bu işletmede çalışırmış kendisi, tanır mısınız?  Sakin ama tok bir sesle tekrar sordu, tanır mısınız? Tanırım elbet, ben olurum Latif de siz?  Bu sözler oğlanı ikna etmemiş gibiydi, baştan ayağa süzdü beni, temiz fakat rengi birkaç kat atmış kıyafetlerime dikkatlice baktı, şey benim aradığım Latif Bey eski yüksek kimya mühendisidir. Bir yanlışlık olmuş olmasın?

          Oğlanın beni hafife alır tondaki bu sorusu karşısında hemen göbeğimi içime çektim, göğsümü kabartıp sırtımı dikleştirdim. Evet, eskiden öyleydim fakat şimdi başka bir işi icra etmekteyim. Konuşmanın kalanını Albaydan gizlemek için –belki de bana bir oda verilecek kadar kıymete değer biri olduğumu göstermek için- elimle işletmenin yolunu göstererek, buyurun konuşmanın devamını odamda gerçekleştirelim, dedim. Ben önde, arkamda oğlan, işletmenin en ücra köşesindeki kutudan bozma sıvaları dökük odamın yolunu tuttuk. Albay arkamızdan bakakaldı.

          Merak duygusu Albayın içini kemiriyor, olup biteni öğrenmezse ölecekmiş gibi geliyordu. Toplum ne derci bir yapısı olsa da merakı dolayısıyla sık sık toplumun hoş şeyler demeyeceği vaziyetlerde buluyordu kendini. Bazen bir evin kapısından içeri kafasını uzatırken bazen de bir misafirin çantasını karıştırırken… Şimdi de o durakta öylece duracak değildi ya. Latif ve oğlan gözden kaybolur kaybolmaz o da arkalarından, Sorgu Müdürlüğü’nün kapısına doğru meyletti.

          Kapıdaki güvenlik görevlisi elini havaya kaldırdı, parmakları kapalı fakat avuç içi gözükecek şekilde dur, işareti yapıyordu. Şehir girişlerine konulan antik heykeller gibiydi. Albaya göre biri, avuç içlerini göstererek dur diyorsa bu geçişe dair bir ihtimalin açık olduğunu gösterirdi. Oysa adam elinin tersiyle git dese, daha kati bir suretle kapılar onun için kapanmış olacaktı. Belki de bu fikri sebebiyle durmayıp, yürümeye devam etti. Güvenlik görevlisi, bu kez sesini de ikazına katarak yeniden Albayın durması yönünde bir girişimde bulundu: Dur diyorum hemşerim. Albay homurdanır gibi, merhaba ben Latif Sayan için geldim. Kendisi bu işletmede sorgu Memuru’dur. Az evvelce geçti bey amca taze kaçırdın. Bekle burada o zaman anons geçelim. Lüzumu yok. Ben babasıyım bir selam verip çıkacağım. İşinden kalmasın evlatcağızım. Bu son cümleyi kurarken sesinde öylesine bir içtenlik vardı ki güvenlik görevlisi adamın yalan söylemiş olabileceğine ihtimal dahi vermeden, kapıyı araladı. Buyur bey amca, bu binaların sonunda odası. Yol bitip de tel örgülere varmadan son kapıdan girersin.

            Albay güvenliği atlatmıştı ama yalan söylemenin verdiği o gerilim hissinin tadına biraz daha varmak için güvenliğe döndü: Tütün kullanır mısınız? Sorusu biter bitmez güvenliğin cevabını beklemeden, kalın kabanının iç cebine hızlıca soktu elini, aynı çeviklikle gümüş tabakasını çıkarmaya zorladı kendini. Çıkmadı. Tabakanın zar zor sığdığı cebe bir de albayın eli eklenmişti şimdi. Tabakayı avuçlarken elinin aldığı yumruk şekli, keten cebin ağzı için fazla büyük gelmişti. Albayın cebiyle olan mücadelesi henüz bitmemişti ki güvenlik yanıt verdi: He ya kullanırım.

          Albay son bir ceht ile avuçladığı tabakayı parmak uçlarına kaydırdı. Önce elinin kaba yerlerini sonra da parmak uçlarına kıstırdığı tabakayı çekti çıkardı. İçinden iki dal sigara aldığı tabakasını, az önce cenk meydanına dönen iç cebine tekrar yerleştirdi. Sigaranın ikisini de dudakları arasına koyup yaktı ve yanan sigaralardan birini bekçiye uzattı. Sigaralar yanıp da tükenirken geçen o süreçte, Kore Harbinden, darbeden ve idamlardan hızlıca lafladılar. Hiçbir konu üzerinde ters düşülmeyen, adeta uzlaşmak için edilmiş sohbetleri bitince, Albay yarım bir asker selamıyla bekçiyi geride bırakarak, Latifin odasını aramaya koyuldu.

           Latifin odası kot farkı sebebiyle yerin altında sayılırdı. Yaklaşık yarım metrelik pencereleri neredeyse tavanla bütünleşmiş halde, odayı aydınlatmaya pek de muktedir değildi. Bu yüzden odaya girer girmez Latif gündüz vakti ışıkları açmış olmanın mahcubiyetini gizlemek için hemen adamı buyur edip, lafa girdi: Adım ne demiştiniz? Adım Kenan, Kenan Yaşar.

          Adap gereği kurulan bir iki gündelik cümleden sonra oğlan konuya girdi: Lafı uzatmadan anlatayım meramımı. İzmir’de faaliyette olan boya fabrikamızda bir yatırıma hazırlanıyoruz. Muhteviyatında solvent barındırmayan yenilikçi bir formül üzerinde çalışmaktayız. Fakat sorun yaşadığımız bazı noktalar mevcut. Anlıyorum sanırım sorun yaşadığınız noktalarda benim çalışmalarımın çözüm olabileceğini düşünmektesiniz. Daha doğrusu eski çalışmalarımın… Aslında evet öyle düşündük. Bu son cümleden sonra kısa bir sessizlik oldu.

          Sessizliğe Latif’in hoşnutsuz cümleleri ara verdi: Fakat ben artık kimya mühendisliği yapmıyorum. Bahsedemeyeceğim sebeplerden dolayı diplomamı rafa kaldırdım. Elbette bu sebepleri gelmeden önce araştırttım. İşin aslı bir ihtimal…

          Adam cümlesini bitiremeden Latif hızlıca ayağa kalktı ve gözlerini pencereye doğru dikti. Bu ani hareket oğlanı tedirgin etti. Oğlan, Latifin baktığı yöne doğru gözlerini çevirince, hareketin şahsına karşı yapılmadığını gördü. Albay dizleri üzerine çökmüş tepelerinde duran pencereden içeri bakıyordu.

          Kendisine dönen bir çift göz karşısında Albay Kemal sakinliğini bozmadı. Bunlar alışık olduğu vaziyetlerdi ne de olsa. Merak kadar, yakalanma ihtimalinin verdiği heyecan da onu itiyordu böyle vaziyetlerin ortasına. Birkaç saniyelik bakışın ardından doğruldu –şimdi sadece pencereden diz kapaklarına kadar görülebiliyordu- acele etmeden üzerini temizledi, paltosunu düzeltti. Az önce olanlar sanki hiç olmamış gibi çıkışa doğru yürümeye koyuldu. Konuşmanın başını kaçırmıştı yine de içindeki merak duygusunu bastıracak kadarını duyabilmişti. Artık yakalanmış, yakalanma ihtimalinin heyecanı da doğal olarak dağılmıştı. Konuya olan ilgisini yitirmiş olmanın burukluğuyla işletmeden çıkmak için bekçinin yanına geldi. Erken çıktın bey amca. Oğlanı işinden gücünden alıkoymayayım dedim. Kısa bir süre karşılıklı durdular.

          Bir ihtimal bir sigara daha koparabilmeyi umarak Albayın gözlerini yokladı bekçi. Bu kez sakince, elinin yalnızca iki parmağını cebine sokarak, tabakasını kolayca çıkardı Albay. Tabakadan tek dal sigara çekti ve harladı. Bekçinin alakasına oralı olmadan kapıdan çıkıp, arkasında sigarasının dumanını bırakarak, uzaklaştı.

Kenan Yaşar, Albay Kemal... Gün tuhaf başlamıştı. Beklenmedik misafirlerimi yolcu eder etmez işe koyuldum. Pek işim de yoktu bugün aslında, sorgu için durgun bir mevsimdeydik ne de olsa. Yaşlıca bir adam bir de sekiz dokuz yaşlarında bir oğlan... Çabuk bitecekti bugün mesai. İlk önce yaşlı olanı getirip oturttular karşıma. Vardır senin de hatırladığın bir anın, dedim. Yaşlı adam parmaklarını birbirine kenetledi, ellerini kucağına koydu.

          Birkaç saniye suskun bekledikten sonra başını yukarı kaldırıp, gözlerini belli belirsiz bir noktaya dikti. Yine birkaç saniye bekledi. Yüzünde bir tebessüm belirdi. Kısık bir sesle, hatırladığım bir anı, diye kendi kendine mırıldandı. Sonra sözlerini daha yüksek bir sesle, hatırladığım bir anım, diye yineledi. Gözlerini diktiği noktadan bana doğru yöneltti. Çocukken oyun oynardım ben. Her çocuk gibi ama bizim oyuncaklarımız, fikirlerimizdi. Etrafta oynayacak pek bir şey yoktu. Sürekli yeni oyunlar uydurur, kurallar koyardık. Bazen bu kurallar olur olmaz şekilde oyunların tadını kaçırırdı; biz de o kuralları yenileriyle değiştirirdik. En çok da ben kural koyardım. Çok sonraları delikanlılık çağımda köye döndüğümde gördüm ki çocuklar bizim koyduğumuz o kurallarla hala oyunlar oynuyor. Görsen bir sevindim, sanki bir tablo, bir heykel bırakmışım gibi insanlığa…

          Neyse konuya gelelim. Yine böyle oyunların birini oynadık. En çok benim koyduğum kurallar beğenildi. Helal lan keleş, en zekimiz sensin denildi. Bir çocuk ne kadar mutluysa o kadar mutluydum o gün eve dönerken.

Eve vardığımda gözüm hemen kapı önündeki ayakkabılara ilişti. Ne çoklardı. Bir bıçak niye durur ölenin üstünde, bilmiyordum. Ben de öyle bir bıçak gibi durdum kapının eşiğinde. Ben içeri atamadan adımımı, feryat figan bir ağıt telaşla geçti evin tüm odalarını ve odaları birbirine bağlayan daracık holü; hızlıca ulaştı bana. Kamyon kamyon zifte nasıl bulanıyorsa -köy hizmetlerinin geç de olsa teşrif ettiği- stabilize yollar, öyle bulandım ben de paçalarıma değin, şaşkınlığa. Gark olmak kelimesinin anlamını bilmiyordum ben o yaşlarda, bilsem kim bilir ne kederlere gark olurdum.

          Girer girmez köyün kadınlarının hemen hepsinin sıkış tepiş yerleştiği küçük odaya, boylu boyunca uzanan kabarmış beyaz çarşafa ve üzerindeki bıçağa baktım. Sanki fark etmemiş gibi bu tuhaf kabartıyı, erkekler de yandaki büyük odada herhalde, diye geçirdim içimden.  Sesler birer bariyer gibi üst üste biniyor, insanları görmeme engel oluyor, bir türlü kalabalığın içinden annemi seçemiyordum. Ses cümbüşünden ayan beyan ayıklayabildiğim tek bir cümle olmuştu, yaşı ermez! Neye? Besbelli bendim bu cümlenin muhatabı, ama neydi yaşımın ermediği o, pek keskin şey? Her ne idiyse, beni apar topar odadan çekiştirip çıkarmalarına değecek kadar mühim olmalıydı.

          Farkında bile değildim beni çekiştirenin Behiye teyzem olduğunun, beraber mutfağa vardığımızda anladım. Hızlıca buzdolabının kapağını açtı. Kapaktan dışarı özgürlüğüne kavuşmuş gibi ekşi ve metalik bir koku fırladı. Ne bozuldu acaba, diye sordu kendi kendine. Bana sormuş gibi cevapladım: Bilmeem, ama dün annem arabaşı yaptıydı. Sıkış tepiş bir dolap sayılmazdı, hemen ilişti arabaşına, ocağa koydu, ısıttı, içine gelişi güzel bir kaşık attı, sahanıyla önüme itti.

          Bir an için annem nerde diye sormak geçti içimden, önce yemeğimi bitireyim öyle sorarım, diyerek vazgeçirdim kendimi.  Ağır ağır kaşıklamaya başladım tadını ömrümün sonuna kadar unutmayacağım arabaşını. Başka zaman olsa boğulacak gibi yerdim, annem de öyle yer, anneannem de. Eskiden tek bir lengerden yerlermiş, maaile. Yavaş yiyenin aç kaldığı, katığın devamının olmadığı zamanlarmış. Paraca değeri olmayan, kıymetsiz bir miras gibi bu alışkanlık, önce anneme ondan da bana kalmıştı.

         Birkaç kaşık sonra fark ettim, ekmek yoktu! Yine o garabet yüklü odaya girmeye de niyetli değildim. Uzaktan seslenip duyururum sesimi teyzeme, diye geçirdim içimden. Öyle ciddiydi ki herkes, ayıp olurdu ünlemek. Bir keresinde, sevdiğim çılbırdan kaşık kaşık yerken, annem, ekmenen ye, demişti. Ekmeksiz yiyince kurt olurmuş midemde. Kurt olmasın, diye toplayıp cesaretimi uzattım kafamı odadan içeri, ekmek yok mu? Behiye teyzem göz ucuyla Fatma teyzeme baktı. O bakıştan anlaşıldı, vazife sırası ondaydı. Fırladı Fatma teyzem yanıma. Mutfağın şöyle bir yanına yöresine göz gezdirdi, istife uygun köşeleri el ucuyla çekiştirdi, bulamadı. Bir iki solukluk vakit geçti geçmedi, bıraktı aranmayı. Dönerken odaya bana da acı haberi vermeyi unutmadı: Ekmek yok, ekmeksiz ye!

          Yaşlı adamın son cümlesi, idare lambasının alevine, dili ise fitiline benzer bir biçim aldı. Boğazı daraldı, haznenin üstünde fitili tutan metal çarka dönüştü. Bu metal çarkın, fitilin uzunluğunu ayarlamaya yaradığına şüphe yoktu. Alevi artırmak ya da kısmak için fitili uzatıyor ya da kısaltıyordunuz. Adamın gövdesi konikleşti. Belli ki bu gövde bunca zaman biriktirilen anıları gaz yağı formunda içinde muhafaza ediyordu. Elleri lambayı kaldırmaya yarayan metal kulpa, kafası ise vakti dolunca alevi söndürmek için kapatılan bir kapağa dönüştü. Artık karşımda kişi değil, büsbütün bir idare lambası duruyordu. Bu yaşlı adam acaba idare lambasının ışığında aydınlanılan yılları görecek kadar yaşlı mıdır diye geçirdim aklımdan. Niye susup alevini söndürdü? Kafası mı attı? Yağı mı bitti? Fitili mi kısaldı? Kâğıda ve kaleme uzanınca anladım: Belli ki bu anıların devamını anlatmaya değil yazmaya niyetliydi. Ben de bu niyete saygı gösterip, sandalyemi biraz geri çektim, arkama yaslandım, yaşlı adamın içine içine yanarak yazmayı bitirmesini bekledim.

          İşte, dedi yaşlı adam. İşte bitirdim: İmza Yaşlı Hasan. Parmakları nasırdan hissizleşmiş titrek elleriyle zarfı marifetten yoksun bir biçimde aralayıp, kâğıdı zarfın içine itti. Fakat nedense zarfı yalayıp yapıştırmak konusunda çok daha nazik ve marifetli davrandı. Adamın tütünden sararmış bıyıklarının altında meğer bir çift dudağın olduğunu ilk defa o an fark ettim.

          Biraz duraksadıktan sonra zarfı uzattı, elinden alınca zarfı, boşlukta hissetti, ellerini nereye koyacağını bilemedi, bocaladı. Belli ki bocalamaktan çekinen biriydi. Sağ eliyle ceketinin sol iç cebine uzandı, tabakasını arandı. Epey kalabalıktı cebi, bir mendil, iki çakmak, kuşlara atılmak için ayırdığı bir parça bayat ekmek ve en nihayetinde işportacıdan alınmış Çin malı tabakası. Hızlıca mekanizmaya biraz tütün koydu, bir Arap çarşafını, zarfa yaptığı aynı nazik tavırla yalayıp tabakaya ekledi. Tütünü, bitene kadar onu oyalar, ortamdaki sessizliğin verdiği gerginliği bir süreliğine bertaraf ederdi. Zaten tütün bitmeden ben de zarfı çantama yerleştirip kalktım.

          Sorgu odasından duvarlara baka baka çıktım. Dökülen sıvalar yıllanmış ahitlere öykünmüş de önünden geçen herkese, sözünde dur, diye bağırıyordu. Yarıklar, yer yön tabelaları gibi bu köhne yerden nasıl çıkılır, her gün yüzüme yüzüme tarif ediyordu. Verdiğim sözleri sık unutuyorum ve hiçbir tabelayı doğru okuyup çıkışı bulamıyorum. Odamı buldum ama. Koridorun sonunda, kime sorsan gösterir. Odama döner dönmez bir sigara yakmak için ceplerimi arandım.  Kışın gelişiyle birlikte montların ve kabanların önderliğinde gerçekleşen kılık kıyafet devrimiyle hayatlarımıza giren çok ceplilik sorunundan ben de mağdurdum: sigaramı bulamıyordum. Yaşlı Hasan ne de güzel aranmıştı. Cepleri de dolu doluydu: Ekmek, çakmak, mendil... Yer şeye yeter bir şeyi sığdırmıştı cebine. Benimse ceplerim boştu. Bir kaç kurşun kalem, o kadar. Sigaram? Çakmağım? Bulamadım. Öyle çok cep vardı ki aramaktan usanıp bıraktım. Sonraki sorgu için oğlanı getirmelerini beklemeye koyuldum.

          Oğlanı getirmediler. Sanırım amirler yeterince anı biriktirmediğine kanaat getirdiler. Umduğumdan da erken bitti mesai. Günün geri kalanında pek kayda değer bir şey yaşanmadı. Bir kadın beni öpmeye çalıştı, ittim. Bulvarlarda dolandım. Yakalayabildiğim bir kaç sûfiye kurtağzı bağlamanın nafile olduğunu anlattım, Fil Suresi’ni ‘tayran’ demeden okudular, 7 ve 9 rakamıyla ilgili pek de aklımda kalmayan şeyler anlattılar. Hepsi bu, hepsi bu kadar. Bu gece erken susarsan erken uyuyabilirim İbrahim.

 

Üçüncü Gün

          Uyumak için ilaç uyanmak için kafein ve bu hep böyle. Kaçıncı kez, kaçıncı aynı gün.  Şiirlerimi temize çekmekten usandım İbrahim. Hayatımı temize çekmekten de... Niye hep entariler altında gizli durur kadın bacakları? ‘‘Onları da mı biz giydirdik?’’ Öyle sanıyorum. Gökyüzü de hep perdeler arkasında. Günün aydığını perdeyi çekmeden anlamıyorum. Biz ne zaman hesapları temize çekeriz seninle? ‘‘Geç kalıyorsun.’’ Biliyorum, biliyorum. Ben hep her şeye geç kalıyorum.

          Yine aceleyle çıktım evden. Kaçıncı kez aynı durak, kaçıncı aynı otobüs? Bugün Albay Kemal yok! Utanmış olacak dün olanlardan. “Utanmanın tarihçesi nedir?” Bunun cevabını biliyorum:  Utanma duygusu 755 yılında Çin’de General An Luşan tarafından ilk kez yürürlükten kaldırılmıştır. Sırasıyla 1850, 1914 ve 1939 olmak üzere tarihte birkaç kez daha tekrar eden yürürlükten kaldırma olayları hala ateşli temsilciler tarafından savunulmaktadır. Günümüzde yaşayan en büyük savunucusu Albay Kemal’dir. Bu sabah durağa gelmediği tespit edilmiş olunup unvanının pek yakında bir başkasına devredilmesi kararlaştırılıp zapta geçirilmiştir. “O sümsük Albay mıymış sahiden?” Bilemiyorum. Hikmet'in Albayı vardı benim neden olmasın?

          Dün küçük diye beğenmedikleri oğlanı getirdiler odama bugün. Büyümüş çabucak, serpilmiş. Tez zamanda çokça anılar biriktirmiş. Sorgusuna başlamadan önce uzun uzun baktım gözlerine. Gözlerindeki uzaklığı görüyordum. Önüne koyduğum kâğıdı kalemi elinin tersiyle itti. Yazmak değil anlatmak istiyordu. O anlatacaktı ben yazacaktım. Bugün işim uzun sürecek gibiydi. Herkes gibi -sanki daha bugün büyümemiş gibi- o da çocukluğundan başladı anlatmaya. O anlattı ben yazdım.

           ‘Çocuklarınızı İyi Şeyler Yaparken Yakalayın.’ Öyle uzun zamandır asılıydı ki bu söz duvarda, öyle kanıksamıştım ki evin demirbaşı olan bu çerçeveli yazıyı; sanki hiç orda değilmiş, ilk kez görüyormuşum gibi geldi bana. Nasıl oldu da bunca zaman fark etmemiştim. Alışmak fark etmemenin en kolay yolu galiba.

          Annem neye baktığımı sorunca hemen ‘hiç’ dercesine omuz silktim önlüğümün kalan son düğmesini de iliklerken. Düğmeler bitmişti ama iliklerden biri artmıştı yine. Söküp bütün düğmeleri, en baştan başlamam gerekti, annem görmeden. Ben o yaşlarda öğrendim işler sarpa sarınca hep en baştan başlamayı galiba.

          En iyi arkadaşım Kirli Hasan’dı. Elleri hep kirliydi ve hep kokardı. Ben alışmıştım bana hiç kokmazdı. O gün öğretmen cetvelle vurdu Hasan’ın ellerine. Yine mi, dedi, yıkanmadan geldin. Kirli ellerini göstererek, ya bu eller temizlenecek ya da yarın hiç gelme sokmam seni dersime, diye bir güzel azar çekti üstüne. Ben de Hasan gibi sus pus izledim olup biteni. Ne o bir şey söyledi o gün ne de ben yeltendim sormaya. İyi misin, demek o yaşlarda pahalı bir cümleydi galiba.

          Annesi geçen sene ateşlenip ölmüştü Hasan’ın. Hasan hariç beşkardeş kalakalmıştı ortada. Hasan kirli ve hariçti o vakitten sonra. Babaları vardı elbet ama bir buğday tanesine değirmen ne kadar lazımsa o kadar lazımdı Hasan’a. Gündüzleri okula gelir, son zili duyar duymaz sandığını kapıp doğru Kordon’a… Boyna bağırırdı güneş batana kadar: Ayakkabı boyanır bir lira, cilası bedava! Elleri ondan kirlidir. Sırtında 10 kilo boya sandığı taşır, terler; su yok ki evde yıkansın, pis kokması da bundandır. Benden başka kimsecikler de bilmez Hasan’ın nasıl ekmeğini kazanıp kurtardığını. Bazıları için ömür, birbirine uzak iki dilim ekmeğin arasındaki o iri boşluk galiba.

          Ertesi gün sırası boştu Hasan’ın, ilkin yorgundur dedim. İkinci gün de boştu, hastadır dedim. Üçüncü gün de ve sonraki her gün de… Biliyordu Hasan, ellerinin kiri hiç geçmeyecek ve öğretmeni onu hiç sevmeyecek. Sanıyorum bu yüzden artık okula gelmemeyi seçti. Ne öğretmen ne babası ne de yeryüzünde benden başkası, farkında olmadı Hasan’ın okulu bıraktığının. Her önem, yalnız kendi çehresinde arz ediyor galiba.

          Okul bitip de karne günü geldiğinde annem tutup elimden deniz kenarına götürdü beni. Öyle güzeldi ki karnem, önce dondurma yedik, sonra tatlı. Yine de bitmedi kredim. Gün benim günümdü. Uzaklarda rengârenk balonlarıyla bir satıcının sesi ilişti kulağıma. Balonsuz bir karne kutlaması olamazdı ya? İşaret parmağım baloncuyu gösterirken, yüzümü büzüp döndüm anneme: Siyah balonu varsa alalım mı anne? O yıllarda her baloncuda her renk balon olurdu ama çok azında siyah balona rastlanırdı. İçimden dualar ederek yaklaştım baloncuya, Allah’ım ne olur siyah balonu olsun… İşin doğrusu, bir çocuk için bir balonun renginden daha mühim hiçbir konu olmamalı galiba.

          Birden duraksadım. Hasan’dı rengârenk balonları satan. İki üç tane de siyah balon hemen seçiliyordu o renk cümbüşünün arasından. Oysa ben çoktan unutmuştum bile balonları Hasan’a bakakaldığımdan. Sarılıp kısacık hoş beş ettikten sonra annem çekiştirdi kolumdan babam bekliyordu bizi gecikmeyelim diye: Al hangi renk istiyorsan balonunu da gidelim artık. Cebinde cüzdanı, elinde sermayesi olan balonları, koca bir adam edasıyla karşımda dikilen Hasan’a baktım önce, sonra da dönüp anneme mahcup-mağrur ama en çok da kararlı bir sesle, ne balonu anne, kocaman adamım ben çocuk değilim ya, dedim. İnsan en çabuk mahcup ve mağrur olmanın arasındaki o çizgide durdukça büyüyor galiba, Hasan hariç.

          Oğlan, son cümlesini söyler söylemez odaya daldı yetkililer. Bu odadan derdest edilip götürülür herkes. En azından oğlanın yaşı göz önüne alınıp daha anlayışlı davranılır diye umdum. Öyle olmadı. Sanırım herkes anlattıklarına ikna olup oğlanın artık büyüdüğüne kanaat getirmişti.

         Kafam yine allak bullak oldu. Niye herkes çocukluğundan başlar anlatmaya. Hani Freud diye bir şey yoktu, yalan mı söylüyor Ah Muhsin. Biliyor musun İbrahim, ben çok terlerdim. Sırtıma hep havlu koyardı annem, bağırırdı arkamdan, üşütme sakın hava serin! Büyümek fevkalade kötü bir zaruret. Ah! Ah keşke üşütmemden değil de büyümemden endişe duyup büyüme deseymiş. Annemin sözünü kesin dinlerdim. Çocuk götürüldükten sonra dosyasına şerh düştüm: Nasıl olup da bir günde bu kadar büyüdüğü anlaşıldı!

 

Dördüncü Gün

          Bitirdim İbrahim. “Neyi? ” Romanı. “Ne zaman?” Bilmiyorum, ne zaman başlayıp ne zaman bitirdiğimi. İşin aslı yazıp yazmadığımı bile hatırlamıyorum. Yazmaya ne zaman başlıyorum, yazmayı bırakıp yaşamaya ne zaman dönüyorum iyice iç içe girdi. Neyi yazdım neyi yaşadım ayırt edemiyorum. Sadece şimdiye kadar çoktan bitmiş olmalı diye düşündüm. “Bitmiş olmalı o halde” vakit kaybetmeden bir editöre göndereceğim. Güzel bir niyet mektubu yazmalı.

           Pek sevgili canım editör, pek çok oylumla birlikte pek çok mektup geçmiştir elinize. Yazmak için bu kitabı kendimi nasıl ikna ettiysem, yayımlamanız hususunda sizi de öyle ikna etmek durumundayım. Anlatmaya korktuğum ne varsa anlattım, siz de lütfen yayımlamaya çekinmeyiniz. Birkaç aydır geciken kirama istinaden önden bir miktar avans alabilirsem eğer... “Olmadı.” Neden olmasın, gayet tabii ve gayet içten. Hevesimi kaçırıyorsun İbrahim.

          Yazamıyorum. Kurşun kalemim artık kalemtıraşa giremeyecek kadar küçülmüş. Bu sebeple yeni bir kurşun kalem ihtiyacı hâsıl olmuştur. Evde türlü türlü kalemler var: Dolma kalem, pilot kalem, tükenmez kalem... Ne acıdır ki henüz bitmeyen kurşun kalemler icat olunmamış. Oysa ben kurşun kalemleri seviyorum. Hata yaptığımda silebiliyorum. Hata yapmadığım zamanlarda bile silebilme ihtimalimi seviyorum. Muazzam bir kudret gibi geliyor bana hele de sık sık hata yapan biri olduğum için muazzam kelimesinden daha güçlü bir sıfat bulamıyorum durumu anlatmaya.

          Bu saatte yeni bir kurşun kalem alabileceğim tek açık yer karşı caddeyi mesken tutan seyyar kurşun kalem satıcısı Çizik Hasan. Biraz yürümem, devasa otomobilleri, çirkin insan kalabalığını bertaraf etmem gerek. Kurşun kalemden başka hangi güç beni buna zorlayabilirdi ki? Pijamalarımla ve terliklerimle çıktım evden. Olabildiğince insanlara uzak olan ara sokakları tercih ederek yürüdüm.

          Nihayet Martin Heidegger Caddesi’ne kadar sorunsuz bir şekilde ulaştım. Artık Çizik Hasan’la aramda bir tek bu cadde kalmıştı. Bu şehrin bütün caddelerine okunması zor insan isimleri verilmiş. Kimse bu insanların kim olduğunu bilmese de en azından adları öğrenilsin istemiş büyüklerimiz. Zaten okullarımızda da bize ezber ettirilen isimler, tarihler... Bir isim iki nokta üst üste bir cümle... Bu kadarı yeter. Eylül: İlk psikolojik roman. Ahmet Mithat Efendi: Yazı makinesi. Mohaç Muharrebesi: 1526. Plevne Savunması: Gazi Osman Paşa. Oysa kimdir Osman, nasıl göğüs germiştir üzerine gelen devasa bir orduya bir avuç adamıyla. Anlayamadık kıymetini Osman Paşam, anlatamadılar. Anlatmak yerine hep ezber ettirdiler.

          Karşıdan karşıya geçmek için uzunca bir süre bekledim. Yol seyrekleşip de geçişe dair oluşan kuvvetli ihtimalleri dahi es geçtim. Yolun geçmeye en uygun olduğu anı kollayıp, kusursuz bir geçiş planlıyordum. Kimse durmuyor caddenin sık geçilen o yerinde öylece bekliyordum. Ara ara yanımdan insanlar geçiyor tuhaf cümleler kuruyor, muhatabı ben miyim bu cümlelerin, diye merak ediyordum. Vakit geçtikçe otomobiller hızlanıyor, insanlar daha da kalabalıklaşıyordu. Panayır mı var? Bu saatte kim bu insanlar, nereye gidiyorlar? Otomobillerden ve kalabalıktan nefret ediyorum!

          Neden hısım olsun, el olsun evinde bir misafiri ağırlamak için canhıraş didinenler; trafikte, lokallerde, sokakta bir parça hoş görüyü çok görüyor. Otomobiller yolları, insanlar kaldırımları zapt etmiş. Latiflere bir patikalık ferahlığı bile çok görüyorlar. “Misafir ağırlama kültürü, binlerce yılın dövdüğü, Anadolu insanının bağrında tavlanarak; kadim Anadolu uygarlıklarından bugünün Anadolu insanına, miras kalmıştır.  Oysa trafiği, sosyalleşilen lokalleri henüz bir asır önce batıdan devşirdiğimiz için gündelik pratiğimize uyduramamışız. Özellikle 1960’larda ivmelenen köyden kente göçü de düşününce; iyi köylüler ve kötü kentliler olarak tezatlar ülkesine dönüşmüşüz.”  Üzücü. Devlet kurşun kalemler dağıtmalı evlere. Böylece en azından Latifler rahat eder, kalabalıktan eksilirler. Caddeler diğer insanlara kalınca belki bu sıkışıklık, bu hoş görgüsüzlük, kentlerin bu keşmekeş telaşı bir miktar azalır.

          Gürültü ve otomobil farları; gözleri kör, kulakları sağır ediyor İbrahim. İnsan, kendi yüzünü göremiyor, kendi sesini duyamıyor. Daha fazla dayanamayıp insanın kendini yola atası geliyor. Ölmek için falan da değil; bu akışın bir parçası olmak için. Gürleyerek akarken bu nehir, menderesler çizerek ona yetişmeye çalışanlar sadece azalarak tükeniyor. Oysa aynı vadiden aynı denize dökülecek herkes. Bir milyonkere de olsa benim kanım seyrek merhaba iyi günler dilerim şş yyy nasılsın canım benim ya da ben de seni çok özledim ben... Artık Latif kendine bile tutarlı cümleler kuramıyor, kırılan bir cam gibi dağılan zihnini bir türlü toparlayamıyordu. Yine de içten içe biliyordu artık bu deniz onu almaz. Belki de bu yüzden ne kalabalık ne otomobiller... Fütursuzca atıverdi kendini yola.

          Peş peşe korna sesleri meraklı insan bakışları... Hiçbirini duymuyor, hiç kimseyi görmüyordu artık Latif. Görebildiği tek şey, Çizik Hasan’ın tezgâhı ve duyabildiği tek ses Çizik Hasan’ın sesiydi: 7 kalem 9 lira, 9 kalem 7 lira, silgi bedava! “Kolay gelsin Hasan Amca” Hasan başıyla selam verip geçiştirmek istedi ama kafasını kaldırıp da Latif’i görünce gülümseyerek, hoş geldin İbrahim kaç kalem lazım bu gece, diye sordu. En kıyak müşterisiydi. Alakayı eksik etmeden tezgâhın önündeki küçük tabureye buyur etti Latif’i. Birkaç düzine kalemi gazete kâğıdına sararken Bir yandan da sadık müşterisini eğlemek için hemen bir konu bulup lafa girdi: Bu gece gelmezsin diye düşündüm İbrahim. Panayıra gidiyor herkes sen de gidersin sandım. Latif sahiden bir panayırın olduğunu öğrenince şaşkın şaşkın etrafına baktı. Göz ucuyla uzak yakın etrafı şöyle bir kolaçan etti. “Nerede panayır? Ne panayırı?”

          Bu şehirde olup da panayırı duymayan birinin kalmış olması Hasan’ı epey şaşırttı. Önce paketlediği kalemleri Latif’e uzattı. Ardından bir tuhaflık olup olmadığını anlamak için çaktırmadan süzdü Latif’i. Nasıl duymazsın panayırı İbrahim? Herkes onu konuşuyor. Haftalardır gazeteler panayırdan başka bir şey yazmıyor. Sözünü bitirir bitirmez çenesiyle az önce kalemleri sarmak için kullandığı şimdi Latif’in koltuk altında duran gazeteyi işaret etti. Latif paketi koltuğunun altından çıkarıp üzerindeki sarılı gazeteyi inceledi. Bazı yerleri köşelere denk geldiği için okunamasa da hemen her yerde panayıra dair bir ibare bulmak zor değildi. “Beni de alırlar mı?” Sorduğu sorunun cevabını beklemeden paketi koltuğunun altına yerleştirip yürümeye başladı. Hasan uzaklaşan Latif’in arkasından yarı güler yarı acır bir sesle bağırdı: Sanmam! Latifler, İbrahimler, Hasanlar, Albaylar ve Şermin hariç diye yazıyordu gazetede.

          Latif eve gelir gelmez kalemlerin sarılı olduğu paketi açtı, kalemleri bir köşeye itti. Asıl merak ettiği kalemlerin sarılı olduğu gazete parçasından panayır hakkında bir şey öğrenip öğrenemeyeceğiydi. Hasan haklıymış, diye iç geçirdi. Gerçekten de Latifler hariçmiş. Şermin peki? Onu neden almasınlar? En çok buna anlam veremiyordu. Hariç tutulmanın burukluğu ve panayırda nasıl gösterilerin olacağı merakı ile uzandı yatağına.

          Nasıl olup da hayatının bu kadar kati bir suretle biçimlendiğine şaşıyordu Latif. Zihninde tasarladığı ömür ile sürmekte olduğu arasında çok az benzerlik vardı. Bir ur gibi arada bir zihninde beliren çılgın fikirler bile onu heyecanlandırmıyordu. Bir kuyuda yaşıyordu, emindi artık. Üstelik bunu kendine bu kadar geç itiraf etmiş olmaktan dahi gocunmayacak kadar bezmişti sorgulamaktan. İçindeki tek umut parçası, içinde bulunduğu kuyuyu arada sırada kendine tasvir etmesiydi. Eğer bir gün o kuyudan çıkacaksa -besbelli ki- onu bir güzel ezberlemeli, her karışını zihninde tekrar tekrar tartmalıydı.  ‘‘Şimdi…’’ dedi, ‘‘Bunları bir kenara koyup bir güzel uyumalı…’’

 

Beşinci Gün

         Tıkış tepiş bir otobüse binmenin tarihçesi nedir, diye düşündü sabah ilk iş olarak. Hastalık derecesinde bunu yapar olmuştu son günlerde: Nerde can sıkıcı bir hadiseye rast gelse, bir tarihçe uydurup güzellerdi durumu. Polyannacılık edeceğinden değil elbet; derdi bütün bu can sıkıcı düzenle kendince safi alay etmekti. Muhtemelen son birkaç yıldır yaptığı en eğlenceli aktivite de buydu.

         Belki de dünyanın en sıkıcı işine tıkış tepiş bir otobüsle hemen hemen hep aynı yolcularla gitmek bir ritüele dönüşmüştü onun için. Yolcuların tastamamı lahit kadar sessizdi, çok azı uyuklamıyor ve çok daha azı gitmekte olduğu yere gitmeye hevesliydi. Ritüelini bozan bir kıkırtı duydu. Onun dışında kimse dönüp kıkırdayan çocuğa bakmadı bile. Kıkırtılar artıp da bütün otobüse yayılana kadar, önemsiz bir hadiseydi bu. Neredeyse bir dakika kadar aralıksız kıkırdayan bu çocuğun anne-babasını arayan gözler artmıştı. Herkes içinden, ee ama kiminse bu çocuk sustursun artık, diye geçiriyor olmalıydı.

         Bir dakikalık kıkırtı seremonisinin ardından kırklı yaşlarında saçları küt kesilmiş eğreti sarışın bir kadın, ne var bu kadar gülecek çocuğum, diye ünleyince gür sesiyle, bütün otobüsün dikkati daha bir çekildi çocukcağızın üstüne. Zihinsel engelli olduğunu çok azı anlamıştı, geriye kalanların hemen hepsi için haylaz bir çocuktu bu, o kadar. Birkaç tiz kıkırtıdan sonra durdu çocuk, kendisine ünleyen kadına doğru döndü: İçimden bir ses gülmemi söylüyor, ondan gülüyorum, dedi kıkırtılarına devam ederek. Kimse tam olarak bu cümlenin karşılığında ne düşüneceğini seçememişti. O sırada ünleyen kadının birkaç koltuk ötesinde -oturmakla oturmamak arasında- bir koltuğa tünemiş kırklı yaşlarında olan öğretmen giyimli, alımlı bir kadın, çocuğa ve yolculara yanıt verircesine, keyif duyar bir ses tonuyla seslendi: Keşke bizim de içimizden bir ses gül dese! Gül çocuğum, daha çok gül!

         Bir durak önce indi otobüsten Latif, işe beş dakika geç kalma pahasına. Çaktırmadan tel örgülerdeki yarıktan girerdi nasılsa, sanki çoktan gelmiş de çay alıyormuş gibi karışırdı kalabalığın arasına. Şimdi daha mühim bir işi vardı, bunca zahmete gireceğini bile bile niye bir durak erken inmişti, bunun cevabını vermeliydi kendine. Çabucak verdi de: Onun içindeki ses öyle uzun zamandır ‘gül’ demiyordu ki ona…

          Fikirler zihnini kirli bir cama vuran yağmur damlaları gibi parça parça ama kararlı bir biçimde arındırıyordu. Aydınlık, açık, duru, temiz ne varsa sözlükte berrak kelimesine denk düşen, zihni bir bir sahipleniyordu. Her aşın kaşığı olmak ona göre iş değildi. ‘‘İyi de neden?’’ Hiç ocağı sönen birine bakıp iç çekmemişti. ‘‘Neden?’’ Yedi kuşaktır yoksuldular ve kimseye hayıflanmamıştı yoksulluktan yana. ‘‘Ama neden?’’ Neden öyle büyük dertleri, telaşları yahut beklenmedik mutlulukları yoktu? Ömrü harcıâlem bir göynekti de ondan mı? Ondansa bile artık uymuyordu üstüne.

          Ani bir manevrayla iş yerinin tam zıttı bir yola seğirtti. Sonra da birine söylüyormuş gibi kendi kendine mırıldanarak yürümeye devam etti Latif: ‘‘Artık kuyundan çıkma vaktin geldi Yusuf! Artık kuyundan çıkma vaktin geldi!’’

Caddelerde dükkânlara baka baka dolanırken, hiç düşünmeden dalıverdi birinden içeri. Elinde bir parça kumaşla, koşa koşa çıktı. Peşinden birkaç esnaf kovaladıysa da yakalayan olmadı. Dar sokakların birinde anadan üryan soyunup kumaşı beline doladı. Gözüne bir karton ilişti. Kartonun üzerinde kırık bir bardak sembolü, peşi sıra fragile yazılarıyla bezeli bandı söktü. Beline doladığı kumaşı, düşmesin diye bu bantla gövdesine sıkı sıkı tutturdu.  

Altıncı Gün

          Bir süre Latifi hiç gören olmadı arayıp soran da. Anılar birikip de sorgulanmayınca anlaşıldı, biri eksik. Tez vakitte haber salındı, sağa sola: Orta boylu, orta kilolu, orta akıllı Latif adında bir kayıp aranmakta! Birkaç gün geçti geçmedi, dere boyunda gördü Latifi Molla Hasan. Üstelik kanatları vardı belki doğru belki yalan. Uçmaya uçabiliyordu ama bir ceht ile yakalandı. Birkaç evrak doğru ellerce hızlıca imzalandı, akşam olmadan mahkemeye sevki tamamlandı.

Hâkim tek kelime etmeden tokmağını meşeden oyma, en az üç dört metre yüksekliğindeki kürsüsüne vurup başlattı duruşmayı. Salon tıklım tıklım doluydu. Neredeyse herkes, elleri havada, söz verilirse soru sormak için bekliyordu. Gelişi güzel biçimde hâkim kalabalıktan birine, tokmağı ile işaret ederek söz hakkı veriyordu:

-Kimsiniz?

“İbrahim Latif Sayan. Bilemiyorum belki de sadece İbrahim’dir. Öyle olsaydı da insanlar bana Latif diye seslenmezdi. Korkarım ki bu sorunuzu içtenlikle yanıtlamak istesem de bir türlü doğruyu zihnimde tartıp ölçemiyorum.”

-Kaç kişisiniz?

-En az 7 en çok 9.

-Şermin kim?

“Evvelce bahsettiğim gibi kanatlı, yorgun, üzgün ve merdivensiz biri.”

-Bu kadar Hasan’ı nereden buldunuz?

“Onlar bana geliyor, durmaksızın geliyorlar.”

-Sık sık işten kaçıp Şermin’i görmeye gittiniz mi?

“Sık sık Şermin’i görmekten feragat edip işe gittim.”

-Neden otobüsten son durağa varmadan indiniz?

“Kuyuları sevmiyorum. Yusufları seviyorum, İbrahimleri de ve Latifleri de hatta inanır mısınız Hasanları bile... En çok da Şermin’i (-ler’siz).”

-Otobüsten iner inmez nereye gittiniz?

“Elbette ki ilk iş olarak manifaturacıya.”

-Niçin?

“Elbette ki bir kaç arşın ipek kumaş almaya...” Artık arşın kullanılmıyor İbrahim. “Doğru. İfademdeki arşın teriminin metre terimi ile değiştirilmesini talep ediyorum.”

          Hâkimin belki de ilk defa sesi duyuldu: Reddedildi! Soru sormak için sırasının gelmesini hevesle bekleyen kalabalık hâkimin kükreyen sesini duyar duymaz bir kaç saniye afalladı. Hemen sonra kendine gelenlerden biri, bir yeni soruyla mahkemenin eski kaotik düzenine dönmesini sağladı.

-Ne yapmak için kullanacaktınız ipek kumaşı?

“Şermin gibi ben de merdivensizdim. Şermin’in uçmaya hali kalmasa da kanatları vardı. Oysa bana kanatlar da verilmemişti. Belki dedim ipekten bir koza, yardım eder kanatlarımın çıkmasına.”

-Ya belinizdeki kuşak?

“Fragile. Dokunmasın diye bana hiç kimse .”

-Yaşlı Hasan’ın anasını da siz mi öldürdünüz?

“Aslında herkes ölü, yalnızca kanıtlayabilenleri gömüyorlar.”

-Siyasi uzantılarınız var mı?

“Küçücük beyinlerimizle koca koca olguları kavramaya çalışmamız komik geliyor bana. Bu bir karıncaya siyaset anlatmaya fevkalade benziyor. Bir karıncanın siyasetten hiç anlamamasına rağmen bu denli organize olabiliyor olması; siyasetten anlayan insanlarınsa sık sık birbirini boğazlaması, hem acı hem komik.”

- Latifi kim öldürdü?

“Ne münasebet aksine onu yaşatıyorum ben, size rağmen.” Öyle mi? Bu iyi haber mi benim için?

-Albay Hasan’ı utandırdığınız doğru mu? O da davacı sizden.

“Hasan mıymış adı? İlginç.” Olsun en azından albaymış adam. Yetinmeyi bilmelisin İbrahim.

-Her gece sayfalar dolusu yazdığınız şifreli yazıların maksadı nedir?

-Emri kimden aldınız?

-Evinizde düzinelerce kurşun kalem ve bir adet kalemtıraş ele geçirildi. Niçin bun..

-Çizik Hasan suç ortağınız mıydı yoksa sadece...

-Hariç Hasan’ın balonların çaldığınız doğr...

-Neden her sabah otobüst…

-Kim onl…

-Sizde mi…

-Kendinizi…

-Siz hariç başka…

          Artık kimse hâkimin söz hakkı vermesini beklemiyor; hâkimin de durumdan hoşnut olduğunu gören herkes daha gayretli biçimde ardı ardına sorular soruyordu. Latif cevaplamaya yetişemeyip sustu, bu bile soruları azaltmadı. Kalabalık, Latifin cevap verip vermediğini bile umursamıyor; herkes safi soru sormak şerifine nail olabilmek için gayretle birbiriyle yarışıyordu.

          Bir noktada sorular üst üste binmeye başladı ve üst üste bindikçe balçık gibi katı bir biçim aldı. Bu balçık Latif’in paçalarından vücuduna sıvanıyor; sorular arttıkça büsbütün onu içine alıyordu. Üstü başı, elleri ve kafası, gözleri ve kulakları her yanı balçığa batmıştı artık. Hiçbir şey görmüyor hiçbir şey duymuyordu. Daha sorulacak çokça soru varken Latif, üzerine sıvanan o katı şeyi yırtarak bağırdı, size fıkra anlatabilir miyim? Bırakın anlatsın, dedi hâkim, soluklanmadan sorular soranlara susmalarını işaret ederek.

          Öksürerek boğazını temizledi Latif, göğsünü dikleştirdi ve anlatmaya koyuldu: İnsanın kendini bile anlayamadığı bu çağda bir başkası tarafından anlaşılmayı umması kadar umarsız bir tavır peşinde değilim...

FİNAL

bottom of page