top of page

Yalın

Öykünün kaynakçası olan şu şiire de buradan ulaşılabilinir: AYNI EVRENE TABİ

İlkbahar

            Mısır püsküllerinden saç, koçanından bebek; hep eksiklikten, yokluktan bir şeyler yaratma kudreti kazandırdı bana hayat. Daha küçücük bir kız çocuğuyken, evin beyini buyur edip başköşeye oturtmayı, yolcu ederken ayakkabılarını –doğru yöne bakacak şekilde- eşikte hazır tutmayı, hayvan gütmeyi, inek sağmayı, ata binmeyi, dağdan odun getirmeyi, katırlara yük yüklemeyi, bağı-bahçeyi, daha neler neler… Bütün bu bildiklerimin hiçbir işime yaramayacağı, hayatı en başından ve yeniden öğrenmem gereken şehir hayatına köyümün yüksek tepelerinin birinden itilerek düşeceğimi henüz bilmiyordum. Zangır zangır çalan telefondaki ses, bana aceleyle anlatacaktı.

             Ninem az işitirdi. Yine de ne zaman kapı tokmağına vurulsa yahut telefon çalsa hemen duyar ve bana ünlerdi. Yasemin, Yasemin diyorum bırak işini de bakıver artık şu telefona. Önemli bir hadiseydi onun için vurulan her kapı, çalan her telefon. Nedenini şimdilerde anlıyorum. Bir yaştan sonra insan, birileri gelsin istiyor; birileri durağan hayatına yeni havadisler getirsin istiyor. Ellerim ıslak nine, kurulayıp bakıyorum hemen. Kimmiş? Daha açar açmaz da sorardı hep, olur da kapatıverirsem diye telaş içinde. Mühim biriyse ve selam söyle kızım, deme fırsatını kaçırıverirse, maazallah çok ayıp ederdi.

             Ninemin ısrarlı soruşlarına aldırış etmeden ahizeden gelen sesi olağanca dikkatimle dinledim. Bölünmesin, susmasın diye ses, çıt çıkarmadım. Ninem sordukça soruyordu: Kimmiş kızım, deyiver hele. Onun ısrarını el kol hareketlerimle savuşturabildiğim kadar savuşturuyor ve sesin anlattıklarını eksiksiz duyabilmek için ahizeyi kulağıma dayadıkça dayıyordum. Tamam, çabucak hazırlanırım ben, dedim ve kapattım.

             Ninem soran gözlerle yüzüme baktı. Bir yalanı nasıl doğrultup hizaya sokarım, henüz öğrenmediğim bir meziyetti bu. Yok, bir şey. Yanlış aramış, deyiverdim. Ninemin güleç suratı, yukarıdan aşağıya doğru yavaş yavaş kızgınlıkla şaşkınlık arası bir şekle büründü. Yasemin, kızım sen beni bunak belledin herhalde. Adam bir ton laf atlattı sana, sen de hazırlanırım, dedin ya duymadım mı? Bir kere daha bir yalanı doğrultmak hususunda girişimde bulundum. Yine başarısız olup nihayetinde gerçeğin acı ama sıkıntısız kollarına attım kendimi: Nineciğim, ben gidiyorum. Arayan öğretmenimdi. Ben bu yaz senden gizli sınava girdim ve iyi bir liseyi kazandım. Bana burs verecekler, yurt verecekler, okuyup mühim biri olacağım. Cümlelerim biter bitmez, öfke yahut kati bir karşı duruş ile karşılaşmaya hazırdım. Öyle olmadı.

Ninem bir süre düşündü. Düşündükçe yüzündeki öfke ve şaşkınlık ifadeleri yerini özlem ve gurura bıraktı. Tek bir cümle edip olağanca gücüyle sıkı sıkı sarıldı bana: İnşallah kızım, inşallah…

 

Yaz

 

            Biçimsiz fakat gür sakalıyla, üç ayda bir kestirdiği kıvır kıvır parlak saçlarıyla ne çirkin ne yakışıklı; kara kuru dal gibi bir oğlandı. Gövdesine tezat gür bir sesi vardı. Sürekli konuşsun, bir şeyler anlatsın isterdiniz. Gündelik konulardan bahsederken bile şiir okur gibi buğulanırdı sesi. Yine de ne zaman baş başa kalsak susar, beni dinlemeyi anlatmaya tercih ederdi. Şapşal aşıklar gibi yaptığım her kötü eylemi bir şekilde güzeller, iyi bir şeyler yapmışsam da bana hayran olma fırsatını hiç kaçırmazdı.

            Ben anlattım o dinledi yol boyunca. Yolda uzunca bir kargı buldu. Bir yandan beni dinliyor bir yandan da şaman ayini yapar gibi kargıyı yukarı kaldırıp indiriyordu. Yapma, dedim dikkatim dağılıyor, anlatamıyorum. Gökyüzünü yarıyorum, dedi. Niçin? Yarılsın da gökyüzü yıldızlar düşsün diye toprağa. Başımı kaldırıp sanki emin değilmiş gibi önce gökyüzüne baktım sonra da iyi ama gündüz daha henüz yıldızlar çıkmadı. Ordalar biliyoruz, ne önemi var görmüyor oluşumuzun. Haklıydı. Hep haklıdır.

Yolun yarısında takıntılı bir bahçıvanın elinden çıktığı kolayca anlaşılan kampüsün göz bebeği çimenli tepeye geldiğimizde de birden durdu. İlgisi benden çimlere kaymıştı. Musa gibi elindeki kargıyı kaldırdı havaya. Kargı bir asaya dönüştü sanki. Etrafta yarılacak bir deniz bulamamış olacak ki attı asasını çimenlere. Ellerini iki yana açtı, gözlerini kapadı. Çarmıha gerilmiş İsa figürü olarak bir süre dikildi öylece. Havarilerini mi bekliyorsun, diye yersiz bir şaka yaptım. Mizahtan anlamıyordum pek, hala da anlamıyorum. Dudağındaki küçük tebessüm dışında bana cevap vermedi. Attı kendini çimlere. İki yana açık kollarıyla sırt üstü çimlerde uzanıyordu. Ayaklarını gökyüzüne dikti. Dayanamayıp gülerek sordum: Ne yapıyorsun? Bak dünyayı sırtladım, taşıyorum. Evet, gerçekten de Atlas gibi görünüyordu.

            Ben de attım kendimi çimlere. Kollarımı onun gibi açtım, ayaklarımı gökyüzüne diktim. Ona değil de kendime söyler gibi, bak dünyanın altında kaldım, eziliyorum, dedim. Yine yüzündeki belli belirsiz bir gülümsemeyi, cevap olacak şekilde doğrulttu bana. İkimiz de başlarımızı aynı anda birbirimize çevirdik. Bir anda komik halimiz romantik bir hal almıştı. Öpüşebilirdik her an ya da zehir gibi çalışan aklının ürettiği ve buğulu sesinin kıymetini daha bir arttırdığı, romantik cümlelerini duyabilirdim belki.  Duymaya fena halde hazırdım. Uzun uzun baktı gözlerimin içine. Konuşmadan önce yutkundu. Bu iyiydi çünkü insan konuşmadan önce yutkunuyorsa söyleyeceklerinin duygusal yoğunluğu da yüksektir bence. Açım, dedi. Neye açtı, sevgiye mi? Hala bir umut ağzından çıkan cümlenin aramızdaki mesafeyi kısaltacak sevgi sözcükleri olduğuna kendimi ikna etmeden duramıyordum. Çok açım, dersten önce birer tost mu yesek? Olur, dedim. Olur, yeriz ama bu kantinin ayranını sevmiyorum Edebiyat Kafede yiyelim bari.

            İyiden iyiye karar vermiştim, aptal bir çocuktu. Hem aptal hem de tanıdığım en zeki çocuktu. Aptallığını, yanı başında duruyor olmama rağmen beni fark etmemesi gösteriyordu. Zekâsını ise bana bu kadar hayran olup da beni severse başına ne büyük bela alacağını bildiği için kör taklidi yapıyor oluşu gösteriyordu. En uzun bekleyiş bu: Birinin sizi sevmesini beklemek.

         Üniversite boyunca o günden daha kayda değer bir gün yaşanmadı. Okulu son yılımda bıraktım; o, bitirdi.

 

Sonbahar

         Tıp okumak bana göre değildi. Ben tablolar çizmek istiyordum. Koca koca dağlar çizip minik fırça darbeleriyle üzerlerini karalıyordum. Bir Monet tablosunun üstünü Kandinsky tablosuyla örtmek gibiydi yaptığım şey. Başlarda ilgi gördü bu tarzım. İnsanlar fırça darbeleriyle derdest edilmiş muazzam güzellikteki dağlarımın, ovalarımın belli belirsizliğini sevdi. Karalamaların altından görebildikleri kadarını çekip çıkartarak beğenmek onlara sanattan anlıyormuş hissi veriyordu. İşte, diyorlardı işte gördüm. İşte şurada bir nehir akıyor Monet tarzı bir iş. İşte şu siyahlığın altında bulutlar. İşte, çizgiler bize şeyi anlatıyor… Oysa ben hiçbir zaman bir parçası olamadığım kalabalıklardan kendimi gizlediğim gibi çizdiklerimi gizlemek için karalıyordum sadece, hepsi bu. Ne Monet gizliydi içimde ne Kandinsky çizgilerimde.

         Birkaç sergi, birkaç inceleme popüler dergilerde… Çok geçmeden boktan sanatımın kıymete muktedir olmadığı, uzlaşılmış bir sessizlikle ortaya çıktı. Çıt çıkmadı kimseden bir daha. Bir müzayedede satılan son tablomdan aldığım son param da bitince şehrin izbe bir semtine taşındım. Arada bir doktorumu görmek dışında da evden hiç çıkmak istemiyordum.

        

         4. Seans

             Biliyor musun bir süredir görünmüyorum ben? Ben seni görüyorum şuanda. Hayır, öyle değil, hapşırmak gibi bir anda geliyor. Evdeysem hemen bir aynaya bakıyorum, kendimi göremiyorum. Peki ya dışarıda? Dışarısı ne demek bilmiyorum artık. Bazen evim de dışarısı gibi geliyor bana. Evimin kapısından arta kalan kısmı kastediyorsanız eğer? Evet, orayı kastediyorum. O zaman da insanlar görmüyor beni. Usulca yanlarından geçip gidiyorum.  İlaçlar da iyi gelmiyor artık. Pekâlâ, yeni bir ilaç yazdım. Bir süre bunları kullan iki hafta sonra tekrar konuşalım. Olur.

         7. Seans

            Biliyor musun yeni bir balyoz aldım? Neden? Şehirdeki bazı binalar çok büyük. Onları yıkmayı planlıyorum. Canımı sıkıyorlar. Sanki koyu gölgeleri üstüme düşüyor, beni silikleştiriyor. Ne dersin belki de bu binalar yüzünden görünmüyorumdur? Evindeyken de görünmediğini söylememiş miydin? Öyle ama zaten insanın üstüne en çok kendi evinin gölgesi düşmüyor mu? İlaçlar pek işe yaramamış gibi ha doktor? Öyle, değiştirmeyeceğim ama biraz doz yükseltmemiz gerekecek.

         Son Seans

          Bana artık yaptığın tablolardan getirmiyorsun. Çünkü resim yapmayı bıraktım. Ne yapıyorsun peki? Gündüzleri uyuyorum. Bir süre sessizlik oldu. İki insan arasındaki sessizlikten hiç hoşlanmam. O da hoşlanmıyor olacak, sessizliği bertaraf etmek için yarım bir telaş ile sordu: Peki ya geceleri? Cevap verip vermemek konusunda çok kısa tereddüt etsem de her şeyimi bilen adamdan böyle bir şeyi gizlemek anlamsızdı. Hem doktorumdu da eğer bilmesi gerekiyorsa bilmeliydi. Şehri dizayn ediyorum. Nasıl yani? Fırça yerine balyoz, boya yerine binalar ve tuval olarak koca bir şehir... Anlamamış gibi soran gözlerle bakmayı sürdürünce biraz daha açıklamanın faydası olur diye düşündüm. Gökdelenlerden başladım. Biliyor musun tam 17 gökdelen var burada aslında artık 15. Bazen de şehrin dokusunu bozduğunu düşündüğüm, önlerinden geçerken gerildiğim birkaç çarpık gecekonduyu ve fazla süslü bulduğum birkaç villayı da yıktım. Hiç şaşırmadı, sadece dinledi. Bilemiyorum belki de inanmadı, kırk beş, elli kilo bir kadının yapabileceği iş değil, diye düşündü. Haklıydı da. O, çimenli tepede dünyayı sırtlarken ben dünyanın altında ezilmiştim. Bina yıkmak benim neyime. Keşke, dedim içimden geceleri beni görebilse, nasıl defaatle vura vura birer birer yıktığımı koca koca binaları. Göremezdi çünkü bu onu son görüşümdü.

 

Kış

 

         “Bugün benim doğum günüm, otuz yedi oldum. Aynı yaştayız seninle Rafael. Yirmi altımda ben hiçtim, sen Atina Okulu’nu çizdin. Sana verilen eller bana verilmedi. Dünya sandığım kadar adil değil, bildim. Beş yüz santimetreye yedi yüz santimetre… Karesini alamıyorum, saydım. Büyük rakamları tartamıyor aklım. Dünyayı da tartamıyorum, altında kala kala, öldüm. Öldükçe gördüm, dünya sandığım kadar küçük de değil. Siz buna trajedi diyorsunuz. Ha bugün ha yarın, sonsuzluk içinde ne önemi var birazcık daha yaşamanın. Sonsuzluğu kimse tartamıyor, ne güzel. Ne zaman eksiltecek olsam ömrün fazlasını, kapıma intiharla kafiyeli kelimeler getirdiniz, bu kötü. Ökse otu, baldıran zehri, kızılcık şerbeti ve alabildiğine siyanür… Şimdi size mor renk, sümbül bir de direk gerek. Naaşımı selamlayın, göndere mor sümbüller çekerek.”

             Dönüp duruyor bu cümleler kafamda. Toparlayıp bir hizaya sokabilsem belki güzel bir şiir olacaklar. Kasetçalar takılmış gibi milyon saattir aynı şarkıyı çalıyordu ya da bana öyle gelmeye başlamıştı. Bu şarkı yüzünden güzelim cümleler zihnimden uçup gidiyor, toparlanmıyorlardı. Geçen hafta bahçeden salona getirip pencereyi gören bir açıyla konumlandırdığım ahşap bahçe sandalyesine öyle güzel yayılmıştım ki yerimden kalkıp da müziği değiştirmeme imkân yoktu. Nihayetinde dikkatimi kulaklarımı tırmalayan sesten uzaklaştırabilmek için istifimi bozmadan uzanabileceğim bir şeyler arandım. Hemen yanı başımda duran sehpanın üzerindeki -daha önce fark etmediğim- katlı kâğıt, miskin emelim için iyi bir hedefti. Uzandım, kolayca alıverdim. Kâğıdın katlarını açtıkça kenarlardan görünen yazının bana ait olduğunu kuyruklu yıldızmışçasına uzattığım ‘y’ harflerinden anladım. Bir şiir, alelacele eciş bücüş yazmışım, benden başkası okuyamasın istemişim adeta.

           Gülümsedim, bugün ilk kez gülümsediğimi fark edince de yüzümdeki gülümsemeyi -belli ki kendime doğrulttuğum- bir sitemle çabucak değiştirdim. Bütün gün beni gülümsetecek tek bir şey bile olmadı mı gerçekten? Nihayet kâğıtta yazan cümleleri okumaya başlayınca da sitem yerini pişmanlık, gurur ve kararlılıktan oluşan karma karışık duygulara bıraktı. Geçen yıl yazdığım bir şiirdi, okuduğum. Şimdilerde içine düştüğüm durumu önceden ön görmüşüm de kendime “Gençliğe Hitabe” ayarında “artık harekete geç” notu bırakmıştım.

           Ayağa kalktım, şiirin kalanını ayakta okumam gerekiyormuş gibi hissettim. Sonlara doğru sesim istemsizce yükseldi ve kendi kendime değil de bir kalabalıklara okuyormuşum gibi bir ciddiyetle bitirdim. Kâğıdı masaya bıraktım, bir sigara daha yaktım. Sigara yanar yanmaz kasetçaların tuşuna basılmış gibi kulak tırmalayan şarkı bitti ve bir başkası başladı: Bob Dylan – One More Cup of Coffee. Kim boktan bir şarkıyla Bob Dylan’ı aynı kasete çeker ki?

              Sigaramdan bir nefes daha çektim. Kapıya doğru yürüdüm. Kapının hemen yanında duran kırık paspas sapını aldım. Sap, ışıklar saçarak uzunca bir kargıya dönüştü. Evim, ahşaptan yapılma tek katlı kutu gibi bir evdi ve kapısı birkaç merdivenle sokağa birleşiyordu. Kapıyı kapadığımı hatırlamıyorum muhtemelen açık bıraktım, merdivenlerden sokağa indim. Artık pek de yüksek binaları kalmayan bu şehrin hemen her yerinden gün batımını görmek mümkündü. Güneş ha battı ha batacak. Güneşin batmasıyla birazdan daha fazlasının gelecek olduğunu haber veren birkaç yıldız belirdi gökyüzünde. Elimdeki kargıyla gökyüzünü dürte dürte yürüdüm.

             Zihnim beş dakika öncesine göre daha berraktı. Uzaklaştıkça evimden, müziğin sesi azalıyordu ama bir yandan da azalan müzik sesine tezat olarak şarkı sözlerini her adımda daha gür mırıldanıyordum. Evimin kapısından bakılınca neredeyse ufuk çizgisiyle bir olacak kadar yürüdüm, yürüdüm ve kayboldum. Nasılsa ninemden başkası beni merak etmeyecekti. O da şimdiye çoktan ölmüş olmalı.

18.05.2024

bottom of page